Röportaj: Tuğba POLAT

-Harran Dergisi, Eyvan Dergisi, Şurkav, kitaplarınız.. Hocam yazma sevdası nerden geliyor?

-Sanıyorum fakültede rahmetli Fevziye Abdullah Tansel hocamın etkisi olsa gerek. Ben Nabi’nin Hayrabad adlı eserini mezuniyet tezi olarak hazırladım. Fevzi Abdullah hocamın dersiydi. O zaman arkadaşlar bana güldüler. ‘’Hocanın adı sıfırcı Fevzi’ye çıkmış. Niye bu dersi aldın‘’ diye dalga geçtiler.

O zaman ben matbaada çalışıyordum. Akşam matbaada kalır, Arapça harflerini dizerdim. Matbaadan ayrıldıktan sonra Arapça bir daktilo buldum, onunla yazdım. Çok zorlandım ama hoca kabul etti. Tabi edebiyatçı olmadığım için üzerine düşüp bastırmadım. Sonradan sağolsun Urfalı edebiyatçı Prof. Mahmut Kaplan bastırdı. Bu araştırma durumu bende bundan sonra başladı. Çok şükür şimdiye kadar bir şeyler yaptım.

-Mezar taşlarının, camilerin üzerlerindeki yazıları okuyorsunuz. Bu merakınızın nedeni nedir?

-Mezar taşları, camiler bunlar tarihe dayanıyor. Herşey vurup kırmayla olmuyor. Birçok şey kültürle olur. İslam orduları bir yere savaşmaya gittiğinde; hiçbir zaman vurdum, kırdım, öldürdüm demez. ‘’Fethettim’’ der. Fetih nedir? Kapıyı açmaktır. Fethetmek başkadır, zapt etmek başkadır. Dolayısıyla İslam ordusu fethettiği yerlere İslam’ı götürmüştür. Dünyada İslam’ın yayılmasının bir sebebi de budur. İslam zorla gelmemiştir. ‘’Müslüman olursan ne ala, olmazsan sadece cizye vereceksin’’ deniyor. Yine kendisinin tebaasında kalıyor.

Meşayıh, ulema bunların hepsi dünyayı dolaşmış. Malezya, Avusturya, İspanya’ya kadar gitmişler. Koca devletler kurmuşlar, İslam’ı yaymışlar. Neden? Çünkü kendi hayatlarıyla örnek olmuşlar.

Kitabeler de tarihe dayanır. Urfa’da 450 yıllık kitabeler var mezar taşlarında. 58 Meydanındaki Ak Cami’nin müezzin odasının altındaki bodrumda iki mezar var. Birisi sanırım 1500’lü yıllara ait bir mezar. O mezarın camiyi yaptıran zata ait olduğunu düşünüyorum. Mesela Derğah Cami’nin üzerinde bir kitabe vardır. O zamanlar müezzin beni çağırdı. ‘’Mahmut hoca gel bir bak, burada bir yazı var galiba’’ dedi. Gittim. Yazının üzeri badanayla örtülmüştü. Yıkattım yazı çıktı meydana. Kanuni Sultan Süleyman devrinde o camiyi yaptıran paşanın ismi çıktı.

Aşağı-yukarı 400 senelik bir yazı. Bediüzzaman Mezarlığı’nda 450 senelik mezarlar var. Mezarlıklar bir şehrin tarihini gösterir. Mezar taşları ne kadar eski ise; şehrin tarihi de o kadar eskidir.

-Mezar taşlarındaki yazılar, şehir kültürüne dair ne yansıtıyor bize?

-Öncelikle şehirdeki edebiyatın zenginliğini ve seviyesini yansıtıyor. Mersiyeler, ağıtlar, şiirler.. Rahmetli Bedri Alpay ‘’Urfa Şairleri’’ kitabını hazırlarken, mezarlıklardan çok fazla faydalanmıştır. Ben mezar taşları ile ilgili kitabımı hazırlarken, yaklaşık 40 şairi ben de mezarlarında gördüm. Demekki Urfa’da bu kadar çok şair yetişmiş.

Mesela Nabi’den önce Şeyh Şani Hazretleri var. Şeyh Şani kimdir? Kendisi Yakubiye mahallesinde türbesi olan Yakup Kalfa’nın halifesinin oğludur. Urfa’daki edebiyatçılarımız da dahil Şeyh Şani’yi Urfa’daki ilk şair olarak kabul ederler. Yani edebiyat Urfa’da gelişmiş. Gelişmemiş olsaydı, Nabi gibi bir şairi yetiştiremezdi. Nabi, Urfa’da usta oldu. Sonrasında kendisine Urfa dar geldi ve İstanbul’a gitti. Büyük balıklar, büyük denizlerde olur.

-Eserlerinizde İslam medeniyetine, Urfa’ya olan sevdanız çok açık görünüyor. İstanbul’da arşivlere girmişsiniz, dur durak bilmemişsiniz. Eksik bıraktığınız bir şey kaldı mı?

-Muhakkak.. Kimse demesin ki ben her şeyi tam yaptım. Mutlaka bir eksik vardır. O eksikleri de başkası gelir ve tamamlar. İstanbul’da günlerce uğraştım. Osmanlı arşivlerinden Urfa ile ilgili bilgileri çıkardım. Şimdi elimde Urfa ile ilgili belgeler var.

-Baya zor şartlar altında yapmışsınız araştırmalarınızı. Elinizde bugünki teknolojik imkanlar olsaydı, daha farklı çalışmalar yapar mıydınız?

-Tabiki şuan her şey çok kolay. Bir de ben artık fazla çalışamıyorum. Günde 3-4 saat çalışmak bile beni çok yoruyor.

-Peki. Günümüzde ünvanların içinin boşaltıldığını biliyoruz. Gerekli doluluğa sahip olmayan insanların hiç olmayacak makamlara geldiğini görüyoruz. Size ve eserlerinize gerekli ilginin gösterildiğini düşünüyor musunuz?

-Pek sanmıyorum. Çünkü bizde okuma alışkanlığı da yok. Ama Azerbaycan’dan, başka yerlerden kitabımı okuyup, hakkında yazı yazanlar var. Bana internet sayesinde ulaştırıyorlar. Burada da Prof. Mim Kemal Öke ‘Müspet İlimde Müslüman Alimler’ kitabımı çok meth etmişti.

-Hocam arkanızdan yetiştirdiğiniz, başladığınız çalışmaları devam ettirecek bir öğrenciniz var mı?

-Öyle bir kimseyi yetiştiremedim. Şimdiki gençler eğlenceye, gösterişe meraklılar. Bu gibi şeyler de sıkıcıdır. Herkes uğraşamaz. Bu yüzden bizim için çoğu kimse ‘Urfa delisi’ der. Bir arkadaşla beraber uzun bir zaman Osmanlıca çalıştık. İsmi Abdulvahap Yektir. Şimdi, zannedersem İstanbul’da. Ama Urfa’nın kültürü ile ilgili bir çalışma yapmadım kimseyle. Öğrenciler bugibi şeylere rağbet etmediler. Varsa da benim haberim yok. Ancak eğlenceyi geride bırakabilen insanların ilgisini çeker. Bizim devir geçti artık.

Bu çalışmaları yaparken çok hatıra biriktirdim. Araştırmaları yaparken mezarlıkları, camileri çok dolaşırdım. Okul dağılırdı ben mezarlıklara koşardım. Öyleki birgün mezarın dibinden hemen ayağımın yanından bir yılan geçmişti. Bunun gibi birçok anım var. Mesela mezar taşlarındaki yazılar tozlanmış, kirlenmiş olurdu. Okumak için temizlik yaparken çok dikkatli davranırdım. Elime bir çubuk alır, onunla dikkatli bir şekilde temizler ardından da üflerdim. Tabi üflerken taşa eğilmek zorundan kalıyordum. Yine birgün mezar taşına eğilmişken yanımdan iki kadın geçti. Kendi aralarındaki konuşmaları duydum tabi :

-’’Yazık, taşı öpüyor.. Kim bilir hangi yakınını kaybetti‘’ diye söyleniyorlardı. Halbuki ben yazıları okumaya çalışıyorum. Bunu unutamıyorum.

Yine birgün Harrankapı mezarlığında dolanırken; baktımki bir mezarın üzerinde ‘Abdurrahman oğlu Mahmut Karakaş’ yazıyor. Doğum tarihi 1946, vefat tarihi de herhalde 1987 falandı. Baba adı, benim babamın adıyla aynı. Adı, benim adımla aynı. Soyadı, benimkiyle aynı. Doğum tarihi, benim doğum tarihimle aynı. Döndüm baktım.. İki adım attım, bir daha döndüm. ‘’Acaba anne adlarını yazmak adet olsaydı, annelerimizin adı da aynı olur muydu?” diye düşündüm.

Tekrar kitaplarıma gelecek olursak.. Kitaplarımı ben bastıramadım. Urfa kültürü ile ilgili olanları belediye, Kültür Müdürlüğü, Şurkav bastırdı. Aslında benim farklı bir kitabım daha var. Köprübaşında boru satan Sedat Saraç vardı.. Kendisinin de Arapçası falan iyiydi. Medrese eğitimi almıştı. Birgün geldi:

-‘’Mahmut hoca bende bir defter var, ben uğraşamam. Sen bu kitaba bak nedir?’’ dedi.

Neyse aldım kitabı. Mesnevi tarzında, el yazısı şeklinde yazılmış bir deftermiş. Kitabımın ismi ‘Urfalı Baba Cem'i Karadağ Destanı’. Defteri yazan kişi, meşhur Gazi Osman Paşa’nın da katıldığı Osmanlı-Rus Savaşına katılmış. Kosova, Makedonya gibi yerlerde savaşmış. Geri döndüğünde de Balkan Savaşı başlamış. Oraya da bedel olarak gitmiş.

-Nasıl bedel olarak gitmiş?

-O zaman kura ile gidiliyormuş askere. Mesela kurada ismi çıkan kişi, bir başkasına para ödüyor. Kendi yerine, onu gönderiyor askere. Defteri yazan kişi; bir başkasının yerine, para karşılığında gidiyor askere. Gidişini, geçtiği şehirleri falan her şeyi anlatmış. Fakat dönüşünü anlatmamış.. Birkaç sayfası da eksik. Baba Cemi bir Urfalı. Hatta Urfa’daki bazı ailelerin isimlerini de yazmıştı. Bu defteri kitap haline getirdim. Kısa ama güzel bir kitap.

-Hocam gençlerimize; değerlerimizi, kültürümüzü, özümüzü nasıl sevdirebiliriz?

-Önce bizim yaşamamız lazım. Ana-baba nasılsa, evlat da öyle yetişiyor. Mesela adam balkondan aşağıya atıyor çöpünü. İlerde bu adamın çocuğu da yapacak aynısını.. Bu yüzden önce büyükler.

-Mahmut Hocam bizlere vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Oldukça bereketli bir sohbetti. En yakın zamanda tekrar görüşmek temennisiyle veda ediyoruz.